22 Ağustos 2011 Pazartesi

BAKICISIZ BİR PAZAR GÜNÜ NASIL GEÇİRİLİR?

Aslında bu sorunun cevabını cumartesi akşamından itibaren yaşadıklarınızı anlatarak verebilirsiniz.
Cumartesi akşamı misafirinizi uğurlarsınız, gezmeden gelirsiniz veya biz bize-siz size sinizdir. Bebeğin altını-üstünü değiştirip, mamasını yedirip uyutmakla başlarsınız maratona. Bu işleri yaparken bir sonraki adımda biberonların kaynatılacağı, tüm gün üzerini kirletmeyi kendine vazife edinmiş ufaklığın çamaşır yığınını etraftan toplamayı, uyutma işi bitince yatana kadar kendinize duş alma, kitap-gazete okuma, maillere bakma, tv de kısa bir zap veya dvd izleme seçenekleri için ne kadar vakit kalacağını hesaplamaya başlarsınız.
Ama ufaklık muzip günündedir;  kıkırdayarak , oyunlar oynayarak veya mızmızlanıp avazı çıktığı kadar bağırıp; komşuların çocuğu kesiyorlar mı acaba diye kapıya dayanmasına sebebiyet verecek derecede acıklı ağlama krizlerine girerek uyuyakal(ma)ma süresini uzatacağı tutar.
Her iki durumda da hormonlarınızın düzeyi alt üst olur, beyniniz emri verir:  dünyevi zevkler senin neyine be kadın, bebeğinin şu mutlu  ya da şu şefkate muhtaç anından daha  önemli ne olabilir.
Evet siz 10 dakika önce ikinci paragraftaki aktivitelerden aktivite beğen konumundan birden oksitosin’ in (sevgi-annelik hormonu)  kurbanı olarak yavrunuza odaklanırsınız.
Tüm geceyi  onu uyutarak geçirdiğinizden geriye kalan zamanda duşunuzu alabilirseniz şükredin; çünkü duşa girmeden eşinizle yarın sabah mesaisinin pazarlığı başlar.
-sabah saat 8’ e kadar bakarım sonra sana devrederim.
-yaa ama ben biraz ps oynacaktım, geç yatacağım.
-ben de kitap okumak istiyorum ama sabah 6 da kalkacağım aklıma gelince koşarak yatağa gitmek istiyorum
-bence de sen hemen yat, bebek erken kalkıyor sonra tüm gün yorulursun
-!!! (iç ses: Allahım sabır ver, bu ne duyarlılık, ne kadar düşünceli bir insan)
Bir zamanlar saat 11:00 e kadar döne döne uyuduğunuz pazar sabahları artık duygusal açıdan sizin için pazartesi sendromunun önüne geçmiştir. (Cumartesi akşamı bakıcınızın borsa değeri tavan, eşinizin ki taban yapmıştırJ)
Pazar sabahı saat 10-12’ ye kadar yarı uyur yarı uyumaz, bebeğinizle haşır neşir, oksitosinin esaretinde vakit geçirirsiniz. Ve hazretleri uyandığında devir-teslim töreninin dayanılmaz hafifliği sizi sarar. Bebek babasıyladır ve siz özgürsünüzdür.
Bir  saatlik uykudan sonra oksitosin sizi tamamen ele geçirmiştir; garip bir şekilde bebeğinizi özleyerek uyanırsınız.
Bu kadar yorgunluktan sonra bu özlemi nasıl duyduğunuza siz bile şaşarsınız.
Saat 14-15 gibi evde hayat, sizin sinir sisteminiz normale dönmeye başlamıştır; eşinizi ne kadar çok sevdiğinizi tekrar hatırlamaya başlarsınız.
“Dışarı mı çıksak acaba“ gibi çılgın bir cümle sizi ve eşinizi maalesef gaza getirir. Bu cümlenin ardından en az 1 saat hazırlanma süresi olduğunu hep unutursunuz. Bu bir saatin 45-50 dakikası ufaklık içindir kalan 10 dakika artık size  hazırlanmak için fazla bile gelmektedir; çünkü içinize fenalık gelir. Güneş batmadan, rüzgar çıkmadan bir an önce evden çıkmak istersiniz.
Evde az yorulmuş gibi bir de dışarıda yürüyüş yaparsınız. Kendinizi uzun süredir askıya aldığınızdan bebek mağazalarını gezer, en fazla 2-3 hafta kullanacağı eşyaları satın alıp eve dönersiniz.
Asansörden çıkarken pazarlık yine başlar:
-önce ben ellerimi yıkayayım, üzerimi değiştireyim, sen bebeğe göz kulak ol, sonra alırım.
-tamam canım
-!!! (iç ses: Allahım  bu ne duyarlılık, ne kadar düşünceli bir insan)
Bebeği teslim aldıktan sonra yazının 2,3,4 ve 5. paragraflarında geçen süreci tekrar yaşarsınız tek farkla:
Yarının pazartesi, artık sevdiğiniz günlerden biri olduğunu hatırlarsınız; “masamda oturup çalışarak biraz dinlenmiş olurum” cümlesi içinizden geçer.
Pazartesi öğleden sonra oksitosin etkisini arttırmaya başlar, bebeğinizin bir-iki fotoğrafına bakıp onu özlersiniz.

10 Haziran 2011 Cuma

Başlık Bulunamayan Yazı


Beş yaşından beri her sırrımı paylaştığım, derdimi anlattığım, beraber gülüp ağladığım, derdi üzüntüm, sevinci mutluluğum olmuş, artık kardeşim olan dostum biz 12 yaşındayken başka bir ile ortaokul ve liseyi okumaya gitmişti; sadece yazları görüştük o yıllarda. Sanki koca kışı ayrı geçirmemiş gibi buluşur buluşmaz kaynaşırdık.

Sonra O, Ankara’ ya ben İstanbul’a üniversitede okumaya gittik. Artık yazları 2-3 gün görüşüyorduk. Garip olan, ne kadar az yüz yüze görüşsek arkadaşlığımız o kadar derinleşiyor, paylaştığımız konular artıyordu.
Ona bu mesafeler de yetmedi, daha da uzaklara gitti, İsveç’e. Altı yılını verdi kuzeylilere.  Teknolojik cihazların tüm nimetleri vasıtasıyla görüşüp, hayatlarımız hakkında durum raporları verdik birbirimize, kadın-erkek ilişkileri üzerine tezler yazdık. Bu hassas konularda törpülenmeyi kabullendik, yenilgi saymadık. Çoğu insan için bir şey ifade etmeyecek yerel kelimelerle haberleşip günlerce geyik yaptık. Beraber yaptığımız tatillerde başımıza gelenlere, gelecek olanlara, yıllar sonra bile gülebildik. Dedikodu yaptık hem de ne dedikodu, hiç utanmadık bundan keyif aldık.
Olduğumuz gibi kabul ettik birbirimizi, iyi niyetimizden emin olduk. İnsanın, dünya görüşü kendisine uyan bir arkadaşı olmasının keyfine vardık. Her koşulda ve her zaman, herhangi bir konu için dünyanın bir ucunda da olsa arayabileceğin, akıl danışabileceğin bir dosta sahip olmanın kıymetini bildik. Doğacak çocuklarımızın arkadaş olacağı umut ettik.

 Ama bizim kızı tutabilene aşk olsun; yok ben daha da uzaklara gitmeliyim bu mesafeler beni kesmiyor dedi              veeeee                aşkının peşinden gitti: Yenidünyaya.

Yolun açık; sağlığın, mutluluğun daim olsun kardeşim.

Kardeşin...

1 Haziran 2011 Çarşamba

İtham ettiğin kişi ne yapmış? Sen ne yapmışsın?

Ahmet Altan 31 Mayıs 2011 tarihli taraf gazetesinde ki yazısında aşağıdaki ifadeleri belirtmiş:
“Acılı bir dönem sona eriyor.
Yanlış kurulmuş bir cumhuriyet şimdi yeniden biçimleniyor.”


Acaba Ahmet Altan 1. Dünya savaşında yaşamıştır, kurtuluş savaşını görmüştür ve orada yaşanan acıların bin beterinin Cumhuriyetten sonra yaşandığını neye dayanarak iddia etmektedir.


“Biz cumhuriyet kurup başına Mustafa Kemal’i getirmedik, Mustafa Kemal’i başa geçirip etrafına bir cumhuriyet kurduk.”


Ahmet Altan' ın bu sözlerinden herhalde Mustafa Kemal’ i, kolları bu güne kadar uzanan darbeci Ergenekoncular başa getirdi diye düşünebilir miyiz?


“Niye yaptığımızı bugün dahi mantıklı bir şekilde açıklayamadığımız bir sürü tuhaf “devrimi” ordu zoruyla gerçekleştirdik.”


Tuhaf devrimler diye bahsettiği bir milletin ayağa kalkmasını, geri kalmışlığını gidermek için  milletini, ülkesini düşünen bir dâhinin kurgulayabileceği yeniliklerdir.
İnsanları biat kültüründen kurtarmak için köklü değişikliğin mecbur olduğunu herkesten  daha iyi bildiğinize eminiz.
“İnsanların giysilerine musallat olduk. “Fes giymeyeceksin” diye tutturduk.”


Sanki ülke çok zengindi de köylü bile takım elbiseye zorlandı.  Kadınlara seçme seçilme hakkı tanınmasından,  kimseye boyun eğilmemesinden, köy enstitülerinin kurulmasından, cumhuriyetin ilanından sadece 16 gün sonra havacılık kurumunun kurulmasından, 1926 da ilk uçak üreten fabrikanın kurulmasından vs vs bahsetmek anlaşılan Ahmet Altan’ ın işime gelmiyor. Takılmış“fes giymeyeceksin” e.

 Alfabelerini değiştirdik.

Müziklerini dinlemelerini yasak ettik.
Bunların hiçbirini halkın rızasını alarak yapmak mümkün olmadığından hep orduyu kullandık.
“Ne olurdu insanlar fes giyseydi, Arap alfabesi kullansaydı, Bach yerine türkü dinleseydi?”


Ne olurdu ben söyleyeyim: Türkiye şu andaki okuma yazma oranına bile erişemezdi. Dünyaya entegre olmak için Latin dillerini öğrenebilen insan sayısı bir avuç aristokrattan fazla olmazdı. Bilgi çağının hızına yetişemezdin, ülkende ki internet kullanımı bile bir çok ülkenin gerisinde kalırdı. İstersen istatistiksel olarak araştır, Arap ülkelerinde mi daha fazla internet kullanımı Türkiye de mi?


Ne olurdu görüntü Batılılara benzemeseydi de, “halkın iradesine” dayanan bir yönetim şekli Batı’ya benzeseydi?
“Bu ülkede “şapka giymiyor” diye adam asıldı.”


Kimmiş bu şapka giymiyormuş diye asılan açıklasın da öğrenelim


“Mustafa Kemal, Batı uygarlığının “özünü” değil, biçimini benimsedi.”


Mustafa Kemal devlet adamı olduktan sonra Türkçe olarak ilk geometri kitabını yazan adamdır. Sadece biçim benimseseydi bunlarla işi olmazdı.


“Bu ülkenin aydınları da “görüntüyü” çağdaşlık olarak değerlendirdi.
Eğitim bir “beyin yıkama” kampanyasına dönüştürüldü, demokrasi neredeyse lanetlenip “cumhuriyet” alabildiğine yüceltildi. “
Sanki cumhuriyetten önce demokrasiyle yönetiliyorduk. Ahmet Altan seçimle başa gelen padişahları açıklasın da bilmediğimiz bir şey varsa cahilliğimiz giderilsin. Çok partili rejime girmek için girişimde bulunan da Mustafa Kemal’ in sureti miydi?

31 Mayıs 2011 Salı

Erenköy Pazarı

Efendim 19 Mayıs hem tatil olup hem de perşembe gününe denk geldiğinden bendeniz kendini evine beş kala kurulan Erenköy pazarına attı. Lise, üniversite yıllarında 19 Mayıs günü televizyonlarda milli duygu patlamasıyla Ankara Hipodromunda ki bayram geçişlerini izleyen biri olarak kendimdeki değişimi biraz acı biraz komik bulduğumu itiraf etmeliyim. 34 yaşında evli ve çocuklu bayanı o gün  cezbeden şey, ihraç fazlası bir dolu ürünü mağazaların üçte biri fiyatına almaktı. Evet bilançoyu açıklıyorum:
  • 2011 yılının modası olan (bunu pazarda ki yoğun talepten anlıyorum) hasır, pembe ve morun tonlarından oluşan dolgu topuklu ayakkabıya 35 TL
  • kumaş terliğe 10 TL
  • Marc Jacobs (bu ünlü bir markaymış bunu da pazara beraber gittiğim kuzenimden öğrendim oysa ben modelini çok beğendiğim için almaya karar vermiştim) taklidi çapraz askılı spor çantaya 50 TL
  • Esprit bluz 7 TL
  • Markası kesilmiş üç adet bluza 10  TL
  • Markası kesilmiş geceliğe 2,5 TL (evet yanlış okumadınız 2,5 TL)
vererek 114,5 TL' ye 1 ayakkabı, 1 terlik, 1 çanta, 4 bluz ve 1 gecelik almış oldum. Tüm bunları pazara 15 dakika mesafede olan Bağdat Caddesinden almak isteseydim ödeyeceğim parayı düşünmek istemiyorum.


Erenköy Pazarı: kendinizi, kendini alışverişe adamış bayan gruhundan kurtarmak istiyorsanız sabah saatlerinde gitmeniz kaydıyla şiddetle tavsiye edilir. Yok ben o gruhtan biriyim diyorsanız Allah kolaylık versin.

Organize Kadın:

Genelde büyükşehir diye tabir edilen minimum birkaç belediyeden oluşmuş mega-köylerde yaşayan, en  az lise mezunu, çalışan, hak ettiğinin yarısını kazanan , bir taraftan bakımlı olmaya çalışıp diğer taraftan indirim kovalayan, bir kısmı evli-bir kısmı evsiz(!) , otuz beşinden önce doğurmaya vakit bulamayan, kişisel bakımı için bile haftalar öncesinden program yapması gereken,  eve girdiğin de  kıyafetini değiştirmeden yemeği ocağa koyup, yemek pişerken sabah işe gitmeden çalıştırdığı makinede ki çamaşırları asan, hafta sonu gelecek misafir için ön hazırlık yapmazsa işi kotaramayacağını düşünen,  şubat ayında temmuzda yapacağı tatilin uçak biletini alıp bir taraftan da bunu kocasına nasıl kabul ettireceğini düşünen, annesinin babasının alıp başını giden teknolojiye ayak uydurmalarına yardımcı olmaktan vazgeçip konuyla ilgili tüm sorumluluğu zevkle üstlenen, tüm bu yoğunluğu bile isteye yaşayıp sonra da bundan şikayet eden varlıktır.